Islak imzalı hayal kırıklıkları
Açılan ve ortaya saçılan umutsuzluk oranları…
Böyle Yılmaz Erdoğan vari bir giriş yapıp hepinizi korkutmak istedim.
Şu günlerde politikasız bir hava solumamız maalesef mümkün değil, özellikle son birkaç aydır. Gündemimiz tabii ki seçimler.
Kişisel hikayemin kırılma noktası da tam burası olduğu için aslında her şeye buradan başlamak çok daha anlamlı benim için.
Uzun zamandır Türkiye ile ilişkimi romantik bir partner ilişkisi gibi düşünüyorum ve bu tutkulu aşkın ne kadar sağlıklı olduğuna izninizle biraz bakmak istiyorum.
Bir ilişkide ilk aranan özelliklerden güven duygusu desen yok.
Olduğun gibi sevilip kabul edildiğini hissetmek desen, zaten yok.
Huzur desen, gerilimsiz kavgasız gün yok.
Şiddetsiz iletişim, sanki kötü bir şaka gibi.
Birbirimize değerli hissettirmek yok.
İstikrarsız, güvensiz, roller coaster gibi, up’ı down’ı eksik olmayan yıpratıcı bir ilişki mi? Evet.
Bu bildiğiniz, son zamanların trend tabiriyle, net toksik bir ilişki.
İkimizin de birbirine iyi gelmediği açıkken neden hâlâ bu ilişkiyi sürdürüyoruz, aşkım? diye karşıma Türkiye iller haritasını alıp artık sormak istiyorum.
Özetle, memleket sevdası toksik bir ilişkiye dönüşmüş durumda ve dostça bitmeli.

Ama bu mümkün mü?
Hiç mi umut yok?
Bir şeyleri değiştiremez miyiz?
İkinci Bir Şansı Hak Etmiyor muyuz?
Aynı bu gece olduğu gibi, yine seçim gecelerinden birinde sonuçları takip ederken uyuyakalmıştım.
Gecenin bir yarısı yoğun bir boya kokusu ve fırça sesine uyandım.
Gözümü açtığımda, bir adam sırtı bana dönük şekilde, yatağımın karşısında yatak odamın duvarını boyuyordu.
Aklımı yitirecek gibi oldum, çığlık attım. Araya spontane birkaç küfür de serpiştirdim.
Ama adam, sanki hiçbir şey olmamış gibi, umursamaz bir tavırla duvarı boyamaya devam etti. Kan donduran bir korku filmi sahnesi gibiydi.
“Apartman yöneticisinin kesin emri var! Bütün duvarlar turuncuya boyanacak!” dedi.
İç Anadolu şivesiyle konuşuyordu ve ses tonunda, “Şive komedisi arıyorsan Fıkralarla Türkiye’ye git, ben neysem oyum,” der gibi bir hâl vardı.
“Burayı turuncuya boyayamazsın! Burası benim yatak odamın duvarı! Hangi renge istersem, ev sahibinden izin alıp ben o renge boyarım!” dedim.
Sonra jeton düştü.

“Sen evime nasıl girdin?” diye sordum. “Ayrıca neden turuncu?”
“Çok konuşma!” dedi. “Bu evin sahibi de, tüm bu evlerin sahibi de biziz. Sen bu evde kiracısın!”
Ama burası Kadıköy!
“Bu ülkenin gerçek sahipleri biziz!” diye devam etti. “Turuncu olacak dediysek, turuncu olacak! Çok konuşma, tut şu fırçanın ucundan da bana yardım et, daha boyanacak binlerce ev var.”
O an düşündüm.
Zıt gidersem beni evden çıkarırlar mıydı? Kiralar zaten dört-beş katına fırlamış. Yeni bir ev bulmam imkânsızdı.
Mantıklı bir kararla(!) ve adamın suyuna gitmeye karar verdim.
Ne dik duruş ama!
Evden çıkarılma riski, ilk şoku ve uyku sersemliğini atlatmama yardım eden zımba gibi bir soğuk duş etkisi yaratmıştı.
Zihnim açılmıştı bir kere.
Romantik solcu, hak-hukuk savaşçısı bir yerden bu adama ulaşamazdım, bunu hemen anladım.
Aklıma, her zaman işe yarayan bir taktik geldi: Eve gelen ustalarla aradaki buzu kırma kartı.
İstisnasız, bu kart her zaman çalışır. Bir ustanın kalbini kazanmak istiyorsan, onu beslemelisin.
Hemen Emel Sayın’ın Mavi Boncuk filmindeki gibi onu lahmacunlara sarmam gerektiğini idrak ettim.
“Abi, acıkmışsındır. Sana lahmacun söyleyeyim, beraber yiyelim. Kolay değil bu kadar duvarı bu hızla turuncuya boyamak,” dedim.
Adamın gözleri parladı. Yalandan, “Sana zahmet olmasın,” çekti ama beden dili ve kıvrak fırça darbeleri, acı soslu iki taneyi piton gibi çiğnemeden yutacağını bana müjdeler gibiydi.
Bu yatak odasında, bu genç yaşımda yaşamam gereken şey Grinin Elli Tonu veya Yatmadan Önce 100 Fırça Darbesi olmalıydı ama ben, turuncunun tek tonuna ve libidomu her darbede paramparça eden sayısız fırça darbesine uzlaşı zemini yaratabilmek için kendimi dört acısız lahmacun sipariş ederken buldum.
İçecek ne istersin diye sormak ahmaklık olurdu.
Turuncuya âşık bu beyefendiyi, tabii ki 2.5 litrelik sarı kolayla taçlandırdım.

Oturduk, lahmacunları gömdük.
Hep bir acelesi var gibiydi.
Lahmacunun verdiği samimiyete dayanarak şansımı yeniden denedim.
“Abi, gecenin bir yarısı ben senin yatak odana girsem, duvarlarını kırmızıya boyasam hoşuna gider mi?
Sence bu yaptığın ne kadar doğru?
Kendi duvarımı istediğim renge boyamak benim hakkım değil mi?
Ayrıca neden diğer renklere saygı duymuyorsunuz?
Ben neden kendi evimde, özgürce, kendi duvarımı dilediğim renge boyayamıyorum?”
Duygusal vitesimi artırdım.
Aslında, halk arasında “Senin anana bacına yapılsa hoşuna gider mi?” olarak bilinen,
literatürde “empati” olarak geçen kavramı masaya sundum.
Adam, fırçayı biraz hızlandırıp son darbeyi koyarak cevap verdi:
“Apartman yöneticisi öyle karar verdi kardeşim!
Hem diğer dairelerin çoğu da turuncu istiyor.
Daha fazla boş yapma istersen, KRAL.“
Özetle: Empati kavramı, oy çokluğuyla reddedildi.
Odanın içinde ağır boya kokusu giderek ayak kokusuna karışmıştı.
Beş duyu organım bana oyunlar oynamaya başladı.
Kafam sanırım güzel oluyordu.
O sırada duvarımın turuncuya boyanması tamamlandı.
“Boya ıslak, dokunma sakın!” dedi.
“Benim Büyücü Dede’nin güçlü olduğu mahallelere gidip renklere müdahale etmem lazım!”
Sonra odamın camını açtı.
Ve kendini 18. kattan boşluğa bıraktı.
Mideme bir yumruk yemiş gibi oldum.
Aynı gecede bana ikinci şoku yaşatmıştı.
Korkarak cama koştum, aşağıya baktım.
Yaklaşık 8. kat seviyelerinde, serbest düşüşüne devam ederken boyacıyı havada uçan bir kızağın yakaladığını gördüm.
Kızağın arka kısmında dev bir oy çuvalı vardı ve kızağı, 6 tane dönem kostümü giymiş, kaşları çatık, uçabilen Burak Özçivit çekiyordu.

Boyacı kızağın koltuğunda doğruldu.
Burak Özçivitler’in bağlı olduğu yuları eline aldı ve “Haydeee!” diye yuları şaklattı.
6 Burak Özçivit gücündeki kızağın, uzak mahallelere doğru gözden kayboluşunu izledim.
Zihnimde taşlar yerine oturdu.
“Tabii ya!” dedim.
O an anladım ki, ellerimle lahmacun yedirdiğim kişi aslında ANADOLU AJANSI’ydı.
Bu, üçüncü ve yaşadığım en büyük şoktu.
Büyücü Dede mi?
Kendi kendime sayıklıyordum.
Ben bu ülkede kiracı mıyım?
Ev nedir?
Burası benim evim mi?
İnsanın kendi rengine sahip olamadığı bir yere ev denir mi?
Ben kendi kendime sayıklarken,
Birden komodinin üzerinde duran seçmen kâğıdım Alaaddin’in uçan halısı boyutuna büyüdü.
Havalandı.
Ve beni üstüne attığı gibi camdan dışarı uçmaya başladık.
Tam olarak TC kimlik numaramın üzerinde oturuyordum.
Hiç hoşlanmadığım ama bu tür fantastik öykülerde olmazsa olmaz olaylardı bunlar.
Yüksekten de, halıdan da hiç hoşlanmam, beni bilen bilir.
Ama düşündüm… Acil bir durum olmasa, seçmen kâğıdım inisiyatifi böylesi aşırı hareketlerle ele almazdı.
Kısa bir uçuştan sonra, oy verdiğim İnönü İlkokulu’nun bahçesi üzerinde alçalmaya başladığımızı fark ettim.
Bahçenin ortasında bir yer sofrası vardı.
Etrafında farklı ırk ve tipte insanlar oturuyordu.
Yere çökmüşler, bir yandan peynirli gözleme yiyip bir yandan da ateşli şekilde bir konu hakkında tartışıyorlardı.
Seçmen kâğıdımın üzerindeki süzülüşümü görmüşlerdi.

Ama drone görmüş kadar doğal bir şekilde durumu kabul ettiler.
Fantastik kuntastik şeylere alışık görünüyorlardı.
Hiç yadırgamadan beni aralarına buyur ettiler.
Yer sofrasında oturan Elf, benim için ekstra bir ayran aldı.
Çalkalayıp açtı, elime tutuşturdu ve sofraya beni de buyur etti.
Alışık olmadığım bir kucaklayıcı tavırla karşılaşınca, açıkçası biraz kıllandım.
Elfler, insanlar ve cüceler arasındaki son ittifak güçleri, Mordor ordularına karşı Hüküm Dağı eteklerinde Orta Dünya’nın özgürlüğü için savaşacakmış.
Fakat önce benimle hassas ve çok önemli bir konuda konuşmaları gerekiyormuş.
“Ne diyorsun dedem?” diyerek kulak kesildim.
Büyücü dede durdu, durdu…
Ve sonra “Ben Aleviyim.” dedi.
“Hak, Muhammed, Ali inancıyla yetişmiş samimi bir Müslümanım.” dedi.
Ne oluyor? diye düşündüm içimden. Ben tam olarak ne yaşıyorum şu an?
Sanırım kokladığım boya ve ayak kokusu beni etkiliyordu. “Beni benden alırsan, seni sana bırakmam.” der gibi bir hâlleri vardı.
“Abi?” dedim, Elf’e döndüm.
Bakışları, uzaklarda bir yere kilitlenmişti.
“Abi?” diye sesimi biraz daha yükselttim.
İnsan, iki kere bir Elf’e abi deyince kendini bir tuhaf hissetmiyor değil. Ama o beni tınmıyordu.
“Ya bak, beni korkutma! Evdeki kedi gibi gözünü olmadık yerlere dikip uzun uzun bakıyorsun. Tövbe estağfurullah, ürperiyorum.
“Senin bu ileri görüşlülüğün beni inanılmaz geriyor.” dedim.
O sırada ortamda bir gerilim yükseldi.
“Kürtler oturursa biz kalkarız!” diye bağırdı Cüceler.
Tam o anda fark ettim ki Babacan da masada oturuyordu.
Ona doğru uzanıp “Sen ne alaka?” dedim ama Büyücü Dede araya girdi:
“Arka taraf, konuşmayı kesin! Geliyorum bak oraya şimdi!”
İlkokulda olduğumuz için pek yadırgamadım sanırım.
Cüceler ve Kürtler arasındaki anlamsız gerilim ve tartışma devam ediyordu.
Bir yerden sonra, tartışma itiş kakışa döndü.
Elfler, Cücelerle Kürtleri ayırmaya çalışıyordu.
Ayağa fırlayıp “YETER!” diye bağırdım.
Hepsi durdu.
Ama bana ne oluyorduysa?
“Siz burada tartışırken, boyacı her yeri hızla turuncuya boyuyor!”
“Sahaya inip mücadele etmeliyiz! Derhal kendinize gelin!”
Kendimi, aşırı motive olmuş bir şekilde, ayakta ve tartışmanın tam ortasında buldum.
“Şimdi tartışmanın sırası değil, ne olur!” dedim.
Her şey için çok geç olmadan, Hüküm Dağı’nın eteklerine gidip dev oy çuvalına sahip çıkmalıyız!”
dedi Büyücü Dede Eren, son sözü söyledi.
Bu kim aq? der gibi baktı cüceler bana, ama Büyücü Dede bana hak vermişti bir kere.
Hep beraber organize olup Fikirtepe Metrobüsüne bindik ve Hükümdağ durağında indik.
Sahaya vardığımızda, kalabalık bir Urukhai ve Ork ordusunun içinde kollarını sıvamış bir yiğit gördüm.
Bir yandan Urukhaîleri sürekli kucaklıyor, sarılıyor, diğer yandan Orklarla selfie çektiriyordu.
Onları bir şeylere ikna etmenin mücadelesini veriyordu.
Mendille alnını sile sile, kalabalığı boydan boya yarıyor, var gücüyle çalışıyordu.
Fakat Hükümdağ’ın etekleri silme Ork ve Urukhai doluydu.
Bazı Orklar tuhaf danslar yapıyor, kimisi Karanlık Lord’un yüzünün basılı olduğu tişörtler giyip bayraklar sallıyordu.
Derken, uzaklardan bize kadar gelen güçlü bir dalgalanma oldu.
Karanlık Lord’un prompterı, üzerinde ufukta belirdi ve Orklar, Urukhailer neşeyle coşmaya başladı.
Kara kanatlarını çırparak, çığlıklar atarak, prompter kalabalığın üzerinde uçuyor, Karanlık Lord’u oradan oraya taşıyordu.

Kalabalık çılgına dönmüştü.
Karanlık Lord prompterıyla, kalabalığın hemen önünde ufak bir tepeye iniş yaptı.
Orklar ve Urukhailer, onu yakından görmek için tepeye birikti.
Kalabalık giderek artıyordu.
O sırada, gözüm kalabalığın içinde Gollum’a takıldı.
Karanlık Lord, Gollum’u çocuk sandığı için başını okşayıp cebine 50 TL sıkıştırdı.
Gollum’un yüzü düştü.
Bütün tadı kaçtı.
Karanlık Lord’un varlığı, kalabalığa güç veriyor, prompter’ın gücü bir türlü bastırılamıyordu.
Yanımdaki Ork’un omzuna dokunup “Pardon abi, kaçıncı günün şafağı bu? Benim telefonun şarjı bitmişti, bakamıyorum, kusura bakma.” dedim.
“5. günün şafağı kardeşim, önemli değil, ne demek?” dedi.
Ve bir at kişnemesi, bütün gürültüyü bıçak gibi kesti.
Hepimiz, 5. günün şafağında Doğu’ya baktık.
Lego saçlı bir adam, çıplak elle hem atını hem de kalabalığı tokatlaya tokatlaya vadiye doğru iniyordu.
“Bu O!” dedim.
Çare SARIGÜL!
SARIGÜL’ün dramatik girişi, tüm ilgiyi üzerine çekmişti.
Durumdan istifade edip Hüküm Dağı’nın kalbine koştum.

Yakışıklı bir milliyetçi, Hüküm Dağı’nın kalbinde, uçurumun kenarında elinde ıslak imzalı birleştirme tutanağıyla duruyordu.
Lavlar ve alevler, yüzünü aydınlatıyordu.
Hangi tarafı seçeceğini anlamak, ruh hâlini çözmek zordu.
Mona Lisa’nın bile duygu durumu daha net yüzünden okunuyordu.
Bu yakışıklı milliyetçi gülüyor muydu, yoksa somurtuyor muydu?
Hangi tarafı destekleyecekti?
Kötülüğü sonsuza dek yok etme şansı, bir kereliğine ona verilmişti.
Ama o bunu kavrayamadı.
Çünkü insanlar tamahkârdır.
Islak imzalı birleştirme tutanaklarının kendi iradesi vardır.
Beş kollu ve beş gözlü sandık müşahidi devlerin çığlıkları yükselmeye başladı.

Kalabalık bir anda ikiye bölündü ve dev bir oy çuvalının peşinden,
“Sandık Namustur! Oyumuza Sahip Çıkıyoruz, arkadaşlar!” diye bağırarak dağ bayır koşmaya başladı.
Oyumuza sahip çıkalım! diye çuvalları kovalarken, her şeyin başladığı yere geldiğimizi fark ettik.
Sabahın ilk ışıkları söküyordu.
Matbaanın icadına, Gutenberg’in atölyesine kadar gelmiştik.
İki taraf da Gutenberg’i köşeye sıkıştırmış, tartaklıyordu.
Bir taraf: “Bizi kıskanıyorsun, değil mi lan? Doğru söyle! Almansın sonuçta!” diye adamın kolunu büküyordu.
Diğer taraf: “Bilerek fazla oy pusulası bastın, değil mi? Ne işler çeviriyorsun?” diye üzerine yürüyordu.
Pusulada bir adayın yuvarlağının içinde nokta var.
“Diğer adaya mühürü basarsak oyumuz geçersiz sayılsın diye mi lan, ha?” diye öfke kusuyordu.
İki taraf da Gutenberg’in konuşmasına izin vermiyordu.
Konuşsa da kimsenin durup dinlemeye hiç niyeti yoktu.
Gutenberg durumu hızlıca kavradı.

Sonuçta zeki adamdı.
Bu işi bilimle, akılla çözmenin mümkünatı yoktu.
Bu açıktı.
“Abi, biz Almanlar… evet, sizi kıskanıyoruz.
Burada kurulu düzenim olmasa, vallahi ben de sizin ülkenizde yaşamak isterdim.
Üç tarafı büyülü ormanlarla çevrili, nefis, cillop gibi bir coğrafya sonuçta.
Kim istemez?
Zaten benim çok Türk arkadaşım var abi,
Alles gut yani…
Ne olur daha fazla vurmayın!” diyordu.
Ve Türklüğe dair bildiği her şeyi sıralamaya başladı.
Döner
Fatih Akın
Kreuzberg
Killa Hakan
Bosphorus
Falan gibi can havliyle, başına aldığı darbelerden sayıklıyordu.
YAZIK.
“Abi, oy çuvallarını neden Kartallarla YSK’ya götürmediler ki?”yi duyunca,
Ter içinde uyanmışım.
Yatağım leş gibi terden sırılsıklam olmuştu.
Ağlayarak pasaportuma sarıldım.
“Abi, gidelim buralardan… ne olur gidelim!” diye pasaportuma yalvardım.
Pasaportum, başımı okşayarak beni sakinleştirmeye çalıştı.
“Gel, bir elini yüzünü yıkayalım.” dedi.
Bu kadar fantastik bir hayat yaşamak istediğimden emin değilim.
“NOLUR GİDELİM!”

“Şşş… saçmalama.”
“İhtiyacın olan kudret, damarlarındaki asil kanda mevcut.” dedi.
Pasaportumun hilal kısmı konuşuyordu, yıldız kısmı ise tek ve kocaman bir göz gibi gözlerimin içine bakıyordu bunları söylerken.
Bir an sessizlik oldu.
Pasaportumla göz göze geldik.
“Tamam tamam, bakma öyle. Yarın Avustralya’yı bir araştıralım bakalım. Döner kesmek dışında ne tür işler varmış?”
“Hadi yat artık, bak çok yoruldun bugün.” dedi.
Tam o anda kapı çalındı.
“Kim bu saatte? Fantastiğe doymadık mı ya?” diyerek kapıyı açtım.
Kapıda, yazması oyalı, kundurası boyalı İki Keklik vardı.
“Hazırlan, seni Hans, Sam, Toni, Coni, Herkel ve Frank bekliyor.”
“Onlara götürmeye geldik.” dediler.
Bu bir rüya mı, yoksa kabus mu?

Buna siz karar verin.
Ama bu epik fantastik gerçeklikte yaşamak istemeyen, sanırım benim dışımda da epey insan var.
Verilere göre:
Son 10 yıl içinde toplam 31 puan kaybeden Türkiye, Afrika ülkesi Mali’den sonra dünyada özgürlüklerin en çok gerilediği ülke konumunda.
195 ülkenin yer aldığı “özgürlük” sıralamasında 146. sırada.
Ayrıca Türkiye, özgür olmayan ülkeler arasında yer alırken, Tanzanya “kısmen özgür” ülkeler arasında yer aldı.
Yani, özgürlük isteyenlere: Yallah Tanzanya’ya kardeşim.
Ama yaymak istediğim duygu umutsuzluk değil.
Herhangi bir siyasi görüşün propagandasını yapmak da değil.
Siyasi olarak ne değişirse değişsin, sanırım en temelde değişmesi gereken şey başka bir şey.
Utanma duygusu ve değerlerin geri gelmesi.
İnsan, ancak kendi olabildiği ve özgürce rengini ifade edebildiği, kabul edildiği bir yere “evim” diyebilir sanırım.
Toksik ilişkilerde en sık yapılan hata, sanırım karşıyı suçlamak.
Ama belki daha anlamlısı, kimseyi suçlamadan önce “Sorun sende değil, bende olabilir mi?” diye düşünmek.
Ben insanları aşağılamak yerine, kendimi ve diğerlerini olduğu gibi kabul edip sevebiliyor muyum?
Utanma duygum var mı?
Kendime karşı dürüst müyüm?
Farklı düşünen insanlara saygı duyuyor muyum?
Liyakatsiz bir göreve getirilsem ya da hak etmediğim bir kazanç bana verilse, bundan utanç duyup geri verir miyim?
Belki de değişim, karşı tarafı suçlamaktan çok, bu soruları kendimize sormaktan geçiyordur.
İkinci bölümde Yurdun Dışını konuşuyor olacağım.
Yurdun dışı çözüm mü? Yurt dışına kaçmalı mıyız?
Bu sorulara, beş yıl Birleşik Krallık’ta mesai yapmış ve farklı ülkelerde yaşamış bir kardeşiniz olarak yanıt arıyor olacağız.
Eğer bu fantastik gerçekliğin içinde yabancılık hissedip kendini yalnızlık duygusu içinde bulan biriysen,
Umarım birbirimizi bulmuş, yalnız olmadığımızı hatırlamış ve birbirimize ilham olmuşuzdur.
2. Bölümde görüşürüz.