Türkiye tercihini yaptı ve istikrar dedi.
Admin şifreyi hatırladı.
Döviz kuru uçtu.
Ve sonunda yurt dışı övme sezonu geldi çattı.
Kutlu olsun!
Risk Budur, rötarlı da olsa sözünde duruyor ve “Yurdun dışı çare midir?” sorusunun peşinden, bir anda araba arkasına takılıp havlayarak kendinden geçen köpekler gibi koşmaya başlıyor.
Can yeleklerimizi giyip kolluklarımızı takıyoruz.
Arkasını yalayıp Yurt Dışı Çıkış Harç Pulunu üçüncü gözümüze—bir diğer deyişle alnımızın çatısına—yapıştırıyoruz ve ağzına kadar dolu bir mülteci botuna, bu bölüm siz şahane dinleyicilerle beraber el ele doluşuyoruz.
Çünkü Risk Budur.
“Yurdun dışı çare midir?” bölümü, yurt dışına dair 5 yıl Birleşik Krallık’ta yaşama ve çalışma tecrübesi, 3 ay Kolombiya ve 3,5 ay Bali’de vakit geçirmenin yanı sıra toplamda irili ufaklı 10 ülkeye yapılmış seyahatler üzerinden akan, tamamen bireysel tecrübeye yaslanan bir bölüm olacak.
Bu bölüm, Tinder’dan tanışıp evlendiği İngiliz eşinden 3 sene sonra Kartal Adliyesi’nde boşanmış ve boşandıktan sonra da disipline girmiş, kişisel hijyenine önem veren elit bir bey olarak benim kişisel hikayemi referans almaktadır.
Herkesin deneyimi, ihtiyacı, fikirleri farklı olabilir. O yüzden:
Asla reçete, formül, kişisel gelişim kitabı, hacamat, sülük, TED konuşması hele ki yatırım tavsiyesi hiç değildir.
Mutluluğun sırlarını içermemektedir.
Yaşadıklarımdan öğrendiğim derslerle kah yurdun dışını delicesine öveceğim, yeri gelince de “Bülbülü altın kafese koymuşlar, bülbül konuyla ilgili gereksiz romantik demeçler vermiş.” atasözündeki bülbülün samimiyetini sorgulayacağız.
Anlatacaklarım,
• Yurt dışına niyet edip cesaret edemeyenlere ya da konfor alanını bırakamayanlara cesaret olursa,
• Zihnin yarattığı bahanelere fazlasıyla tutunmuş, adım atamayanlara ilham verirse,
• Daha da önemlisi, farklı temel mutsuzluklarına çareyi “mutluluğun başka bir yerde olduğu” avuntusu üzerinden çözüm arayanlara farkındalık sağlarsa,
• Son olarak, meraklısına ufak da olsa destek ve rehber olabilirse,
Görevini yerine getirmiş sayarım.

Kendi kendime beklenti yaratıp onun baskısı altında acı çekme bir spor olsa, Olimpiyat madalyası bendeydi bu arada. Bu da çok net.
Hayatımda, özellikle Covid ile birlikte, bir süre Türkiye’ye geri dönüp dinlendiğim ve tekrar tüm bu tecrübeleri, öğrendiklerimi sindirip yeniden yurt dışına taşınmaya dair taslaklar üzerinde çalıştığım bir dönemimdeyim. O yüzden bu sorunun yanıtını önce kendim, sonra da kolektif adına sesli düşünüyorum.
Hayatımda, özellikle Covid ile birlikte, bir süre Türkiye’ye geri dönüp dinlendiğim ve tekrar tüm bu tecrübeleri, öğrendiklerimi sindirip yeniden yurt dışına taşınmaya dair taslaklar üzerinde çalıştığım bir dönemimdeyim. O yüzden bu sorunun yanıtını önce kendim, sonra da kolektif adına sesli düşünüyorum.
Risk Budur’a hoş geldiniz!
Şöyle iddialı başlamak istiyorum:
Bence insanın kendine verebileceği en iyi iki hediyeden biri yurt dışı tecrübesi, diğeri de psikoterapidir. Bu kadar keskin cümleler kurmaktan aşırı korkarım ama ikisi de bir şekilde insanın kendini daha derinden tanıması, kendi gücünü fark etmesi ve daha da önemlisi, kim olduğunu keşfetmesi için çok güçlü iki yolculuk. En azından benim hayatımda öyle oldu.
Birazdan kendi öykümü ana hatlarıyla anlatacağım ama önce neden yurt dışı deneyimini bu kadar güzellediğimi açmak istiyorum. Daha sonra da bu deneyimin gölge yanlarına, handikap ve zorluklarına değineceğim. Gölge yanlarına girince de, hem kendi hayatımda deneyimlediğim hem de Instagram üzerinden gelen sorulardan seçtiğim en temel zorluklara, challenge’lara bakacağız. Admin’in şifreyi hatırlaması şerefine, her bir zorluğu farklı ülkelerde yaşayan Türk ya da yabancı arkadaşlarımla enine boyuna irdelediğimiz bölümler de yolda! Onların bu challenge’larla başa çıkma yöntemleri neler? Ne düşünüyorlar? Hikayeleri nasıl ilerliyor? Merak ediyorum.
Bazı bölümler haliyle İngilizce olacak, takdir edersiniz ki.
İngilizce bilenlere gıda, yeni öğrenip geliştirenlere de nefis bir listening olması dileklerimle. Yine asla tutamayacağım sözler verdiğime göre, neden yurt dışı tecrübesini bu kadar güzellediğime gelelim. Yurdun dışına çıkmak, içinde dönüp durduğum, suyunun tadını dahi ezberlediğim akvaryumdan çıkıp sonsuz okyanusla buluşmak gibi.
O rengarenk, daha önce görmediğim irili ufaklı balıklar, mercan resifleri, uçsuz bucaksız olasılıklar ve daha önce hiç karşılaşmadığım tehlikeli yırtıcılarla dolu okyanusa atılma duygusu.
Tüm bu çeşitlilikle beslenen ya da farklı mücadelelerle karşılaşmış olan kişi, evrimsel olarak da, duygusal olarak da, her anlamda çok daha güçlü, yetenekli, renkli ve vizyoner hale ister istemez—hayatta kalmak için—geliyor.
Bir diğer boyutu da, her farklı ülke ve kültürü bir paralel evren gibi düşünmeyi seviyorum.
O paralel evrenlerde, o kültürdeki versiyonumun yaşadığını hayal etmek ve orayı ziyaret ettiğimde o halimle tanışmak ne kadar beni besleyip heyecanlandırıyorsa, diğer yandan aslında meditatif bir yanı da var.
Kendi benliğimi, yepyeni bir kültür ve evrenle karşılaşmış bulunca, bu yabancılık hali beni bir adım geri atıp kendimi daha net görmemi, gözlemlememi de sağlıyor.
Bu anlamda, birçok yönden yurdun dışı şahane bir ayna.
Fakat asıl konuya dönersek…
O zaman soru gelsin:
En doğal hakkım olarak soruya soruyla cevap vermek istiyorum ve diyorum ki:
Neye çare midir?Bu da aslında başlamak için en doğru soru.
Soru basit ama cevap epey derin olabiliyor, en azından benim için öyle.
Tam olarak neye çare aradığımızı bilmek, rotayı netleştiriyor.
Buna şimdilerde çok daha derin ve bilinçli olarak yeniden bakabiliyorum.
İlk yurtdışına gidişim bu kadar bilinçli bir yerden değil, tamamen tepkiseldi.
“Hayatımızdan memnun değilsek nerede olursak olalım, başka yerde mutlu olabileceğimiz avuntusu bize iyi gelir”
Nuri Bilge Ceylan
Hayatımdan memnun değildim, kendimi evimde huzurlu ve güvende hissetmiyordum ve “mutluluğun başka bir yerde olduğu” fikri. (avuntusu) bana çok iyi gelmişti.
Kimi arkadaşlarım için gidişim bir kaçıştı.
Benim açıkçası pek de umurumda değildi.
Her şey şöyle başladı:
Siyah ekran üzerinde “9 sene önce” yazısı belirir.
Antalya’da oyuncu olarak çalıştığım tiyatro, yerel seçimlerde siyasi olarak el değiştirmişti.
Aynı yıl sonunda üniversiteden mezun oldum.
Can çekişen bir ilişkim vardı, o son nefesini verdi ve bitti.
Ve her yaz olduğu gibi, tüm bu dramatik değişikliklerin ardından Kaş-Kalkan’a geldim.
Ne yapacağımı pek bilmediğim bir ruh hali içindeydim.
Son 20 yılda her seçim sonrası olduğu gibi, artık bu ülkede yaşanmaz, kaçmak lazım tonunda bir hava esiyordu.
Herkes yine çevremde yurt dışını övmelere doyamıyordu.
Bir gün, bir akşam Kalkan’da tamamen rastgele bir yürüyüş sırasında, hiç tanımadığım bir adam bir barın önünde selam verdi. Selam verdim. Durduk yere kendi hikayesinden bahsetmeye başladı.Manchester’da yaşadığından, bir telefoncu dükkanı olduğundan, yazları Kalkan’a geldiğinden vesaire… O kadar rahat bir yerden anlattı ki hem beni iştahlandırdı hem de Manchester’da bir hayat kurmanın çok da zor olmadığı hissini bıraktı bende.Farkında değildim sanırım, Manchester’da yaşama fikri bir tohum olarak zihnime o gün düştü.
İngiltere, Manchester…
Bana Arif’in Manchester’a attığı golü ararken bile yanlışlıkla yolumun düşme ihtimali olan bir yer gibi hiç gelmemişti o güne kadar.

O yıllarda Tinder eğlenceli bir oyuncaktı.
Bugünkü kadar negatif bir itibarı da yoktu ki, kaldı ki ben hala kullanıyorum.
Bir gün yine Tinder’ımı sağa sola, çok da üstüne düşünmeden manevralar yapa yapa kırarken, farkında olmadan karımı da sağa kaydırmışım.
Yani eski karım.
Evet, benim bir eski karım var.
Olivia.
Bir fotoğrafında bir sanat galerisinde, bir sanat eseri önünde durmuştu.
Diğerinde kucağında benim kedimin aynısına benzer, siyah beyaz bir kediyle selfie çekmişti.Olivia ile eşleştik ve biraz sohbetten sonra, Kalkan halk plajında olduğunu söyleyip beni de plaja davet etti.Kırık dökük İngilizcem ve onların ilacı olacak miktarda Efes’i bir çantaya doldurup gittim.
Plaja girdiğimde, Herman Hesse’den Steppenwolf (Bozkırkurdu) okuyordu.
Benim İngilizcem ne kadar yetersizse, onun hoşgörüsü o kadar yüceydi.
Kalbinin yumuşaklığı, çocuksu gülümsemesi, pozitif enerjisi bende derin bir merak yarattı.
Alkolün verdiği yetkiye dayanarak onu ilk kez o gün, orada öptüm.Kalkan limanındaki deniz fenerine yüzmeyi teklif ettim, kabul etti.
O gün, deniz fenerinin ışığına yüzmekle başlayan ufak, masum macera aslında birlikte çıkacağımız hayatın en derin, en sert, en renkli, en keyifli ve en acı dolu macerasına dair bir spoiler’mış.
Daha sonra onu bir gün bizde kahvaltıya davet ettim.
Babam, en gurur duyduğu yeteneklerinden birini sergileyip, seçtiği iyi bir karpuzla Olivia’nın aklını aldı.
Annem, kardeşim, hep beraber… Sanki onun için bir Mubi filmi gibiydik.
Sıcak, dağınık, karışık ama sevgi dolu, dramatik bir Akdeniz ailesi.
Birkaç romantik, tatlı gün geçirdikten sonra, Olivia da beni Kalkan’da ailesinin kiraladığı villaya davet etti.
Gittim.Olivia’nın ailesi gergindi.
Benim, turizmde çalışan, avcı bir garson olduğumu; kızlarını ağıma düşürmek için hesaplar yaptığımı; oradan da tüm Britanya’ya İslam’ı yayacağımı falan düşünmüşler sanırım.
Beni tanıyana kadar.Benimle tanıştıklarında önce dış görünüşüm, daha sonra da halim, tavrım bir nebze gönüllerine su serpti.
Fakat yine de, “Biz bu kızı London Art School’larda okuttuk, kim bu pis Türk?” gibi de çok ince bir koku alıyordum burnumda.
Belki de bu, benim çocukluktan beri istemsiz de olsa tükettiğim fazla Malkoçoğlu, Hain Kostok ve Tarkan filmlerinin teması da olabilir.
Kendi ırkçı gölgemin sorumluluğunu kimseye atmayayım.

Her neyse, Olivia’nın ülkesine dönme vakti geldi çattı.
Ben, Kadir Has Üniversitesi İleri Oyunculuk Yüksek Lisansını kazanıp İstanbul’a taşındım ama ilişkimiz Skype sponsorluğunda bir süre daha devam etti.
Sonra Olivia, İstanbul’a beni ziyarete geldi.
Benim onu tak diye İngiltere’ye ziyaretim nedense pek mümkün olmadı.
Bu uluslararası ilişkiler ve temaslar böyle sürerken ona çılgın bir proje ile geldim.
Teklifime “Evet!” dedi ve İstanbul’a, benim yanıma taşındı.
Üniversiteyi yeni bitirmişti.
Onun yaşıtı insanlar Gap Yılı’nı—yani üniversite sonrası iş hayatına atılmadan önce geçirilen o boş yılı—dünyayı gezmek, Güneydoğu Asya’yı görmek için falan kullanırlarken, benim sevgili vizyon sahibi eski eşim o yılını Söğütlüçeşme-Zincirlikuyu Metrobüsü’nde geçirdi.
Türkçe kursuna gitti, dilimizi öğrendi.
Ben bir kadının aşkını Zincirlikuyu Metrobüsü ile sınarım ve bu kadının aşkı, bazı gramer ve telaffuz hataları olsa da, tüm sınavları gürül gürül geçmişti.
Evde bazen kültürel farklılıklardan ve dil sorunlarından ufak kavgalar krizlere dönüşüyordu.
Kendimi “Just in case ne ya? Just in case ne ulan?!” gibi tuhaf isyanlar halinde yakalıyordum.O senenin sonunda, ben ilk kez Olivia’nın memleketine gitmeye niyet ettim.
Annemin annesinin altın dişlerine kadar belgelediğimiz vize başvuru dosyasıyla, Birleşik Krallık’ın huzuruna, Kraliçe’nin yazıhanesine ilk başvurum o yıl oldu.
Bana 6 ay turist vizesi verdiler ve ben Dalaman üzerinden Manchester’a uçtum.
Yıllar önce karşılaştığım adamın zihnime ektiği düşünce tohumu filize dönüşmüştü.
Olivia’nın evi, Manchester ve Liverpool’un kuzeyinde, kırsalda, Ormskirk tren istasyonuyla varılan Burscough kasabasında sayılırdı.
Daha sonra…
Dervişler kenti, Sanayi Devrimi’nin harman olduğu Manchester.
Erenler şehri, Liverpool.
Aşıkları, ozanları ve Beatles’ı ile meşhur; ayazı eksik olmayan, rüzgarı bitmeyen, kuzeyin yaman köşesi.
Futbolun din sayıldığı, Titanik’in kayıtlı olduğu ve yönetim şirketinin ana ofisine ev sahipliği yapan kent.
Liverpool’da Georgian Quarter’a vardığımızda, mimari beni büyüledi.Sanki çocukluğumda aradığım, acı çektiğim her şeyin mimariyle ifade bulmuş hali gibi bir yerdi Georgian Quarter.

Georgian Quarter, Liverpool kentinde bir mahalle; büyük Anglican Kilisesi’nin hemen yanında, aşırı simetrik ve estetik evleriyle düzen, tasarım, refah ve planlama harikası.
Bana güven ve huzur veren, Liverpool’un en sevdiğim köşesi.
1783’te inşa edilmiş Rodney Street’i gezerken, “Burada yaşamak nasıl bir his acaba?” diye içimden geçirmiş, hayalimin çok ötesinde bir gerçekliği yaşadığımı hissetmiştim.
Ve tam bu noktada başladığımız yere geri döneceğim.
Yurt Dışı Çare midir?
Yurt Dışı Neye Çare midir?
Daha sonraları terapi seanslarında üzerine çalıştıkça fark ettim ki aslında dermanını aradığım dertler tam da burada, benim için belirgin hale geliyor.
Orada olmayan güven, planlama, huzur, refah, estetik ve daha da önemlisi, her şeyin arkasında bunlardan sorumlu, ortak akıldan güç alan güvenilir bir otoritenin eksikliği…
Bu fırsattan istifade, siz de derman aradığınız derdiniz üzerine kafa yorabilirsiniz.
İlerleyen bölümlerde kişisel hikayemi anlatmaya kaldığım yerden devam edeceğim. Ama şunu söyleyeyim: Hayat öyle büyülü bir akış ki, beni ilk ziyaretimde çarpan Georgian Quarter’da, daha sonra iki sene yaşadım. 39 Numara, Catharine Street, Kapı No: 3. Eğer yolunuz düşerse, oradaki anılarıma selam çakmayı unutmayın.
Orada nasıl oldu da yaşadım, hikâye nasıl gelişti, geri kalanını bir sonraki bölümde anlatacağım.
Ama gerçekçi bir yerden konuya yaklaşmamız gerekirse, yurtdışında sürdürülebilir bir yaşam kurmanın bence dört temel dönemi var:
Gitmek – Bence ülkeye ve vize durumuna göre en kolay ve çözülebilir olanı.
Kalmak – Yani oturma ve çalışma vizesi almak. Bu epey çetrefilli olabiliyor, yine ülkesine bağlı olarak.
Adaptasyon ve Entegre Olma Dönemi – Bu tamamen sabır gerektiren bir süreç. İlişkinin balayı dönemi bittiğinde, taraflar birbirini gerçekten tanımaya başlar.
Mutlu Olmayı Başardığımız Sürdürülebilir Dönem – Bir yere adapte ve entegre olmak ile o yerde gerçekten mutlu ve huzurlu olmak arasında ciddi farklar olduğunu deneyimledim.
Üçüncü aşamada, turist olmanın ve yeni olmanın getirdiği keşfetme heyecanı sönümlenmeye başladığında, gerçekliği daha objektif görmeye başlıyoruz. Yaşadığımız yerin başta iklimi, sonra hâkim değerleri, kültürü, sosyal ilişkileri ve dili daha berrak şekilde kendini göstermeye başlıyor.
Eğer sırt çantanızı takıp iki üç ay bir yerde kalıp sonra başka bir yere geçmeyi düşünüyorsanız, bu söylediklerim sizin için çok önemli olmayabilir. Ancak yurtdışında bir ülkede köklenmek, mutlu bir hayat kurmak istiyorsanız, tecrübeme dayanarak şu sorular üzerine sıkı bir içsel muhasebe yapıyorum:

Gerçekten sevdiğim işi burada yapabilir miyim?
İklimi bana uygun mu?
Kültür ve sosyal kodlara gizlenmiş değerler benimkilerle örtüşüyor mu?
Bu ülkede kendimi nasıl hissediyorum? Burada yavaş yavaş dönüştüğüm hâlimi seviyor muyum?
Bu ülke insanlarına benzemek istiyor muyum?
Bu ülke benim hangi taraflarımı besliyor, hangi taraflarımı tetikliyor?
“Biz Türkiye’den kaçmak istiyoruz, bir yolunu bulsak hemen gideceğiz. Bunlar benim için çok lüks konular. Yeter ki buradan gideyim, her yer buradan daha iyidir. Bundan daha kötü ne olabilir? Giderim, insan gibi yaşarım, insan gibi para kazanırım. Bedeli neyse katlanırım.”
Böyle düşünüyor olabilirsiniz ama bu kafayla gidip mutsuz olan, geri döndüğünde ise oradaki standartlara da alıştığı için burada daha da mutsuz olan, arada kalan o kadar çok insanla karşılaştım ki… Başta aynaya baktığımda olmak üzere.
O yüzden, gerçekten ülkede canına kast eden bir tehlike olmadıktan sonra “kaçma” motivasyonuyla yurtdışına gitmek, bana sağlıklı ve sürdürülebilir bir fikir gibi gelmiyor.
Ünlü satranç grandmaster’ı, dünya şampiyonu Garry Kasparov, Masterclass’ında şöyle diyor:
“Ne yaparsan yap, kişiliğine uymalı.
Garry Kasparov
Oyunu doğal içgüdülerinize karşı oynamaya çalışmayın.
Doğal içgüdülerinizi bilin ve onlara güvenin.
Oyunu kişiliğinize karşı zorlamayın.
Hayat ve satranç, karar vermekle ilgilidir.
Karar vermenin kaynağı, tam olarak kim olduğunuzu bilmekle ilgilidir.”
“Oynadığın oyun seni rahatsız ediyorsa,
Eğer zevk almıyorsan,
Yaratıcı potansiyelini serbest bırakamıyorsan,
zaten kaybeden taraftasın demektir.”
Kim olduğunuzu ve içgüdülerinizi hiçe sayıp, sadece hayatta kalma duygusuyla ya da “kaçma” motivasyonuyla yurtdışına giderseniz, uzun vadede mutsuz olmanız kaçınılmazdır.
Ama mutsuz olmak, akıllı insan için çok faydalıdır. İçinde engin bilgiler barındırır.
Ben hayatımda bu kadar mutsuz olmasaydım, kim olduğumu hatırlamayabilirdim.
Kim olduğumu önemsemeyebilirdim.
Yurtdışına çıkınca karşılaşılacak zorluklar bir gizem değil ve şu başlıklar altında sıralanabilir:
* Köksüzlük / Ait Hissetmeme
*Yalnızlık
*Dil
*İklim
*Work-Life Balance (Yaşam-Çalışma Dengesi)
*Değerler / Dönüşülen Kişi / Kültürel Kodlar
*Sevdiğin İşi Yapmak / Değerli ve Anlamlı Hissetmek
*Bağımsızlık ve Özgürlük
Bunların her birini tek bir bölümde açmak istemiyorum. Ancak en basit ve somut örneklerden biri olduğu için, bu bölümde sadece “iklim” üzerine konuşacağım.
Benim gibi güneş enerjisiyle hayata tutunan bir Akdenizliyseniz, Britanya’nın Liverpool’unda ya da Berlin’in gri ve buz gibi uzun kışlarında uzun vadede hayatta kalma veya mutlu olma şansınız yoktur.

Bu, güzel bir örnek.
Kendinizi bir saksı bitkisi gibi düşünüp, karakteristiğinize saygı duymanız akıllıca olur.
Kasparov’un da dediği gibi:
“Oyunu doğanıza ve kişiliğinize karşı zorlamayın.”Oynadığın oyun seni rahatsız ediyorsa,
Eğer zevk almıyorsan,
Yaratıcı potansiyelini serbest bırakamıyorsan,
zaten kaybeden taraftasın demektir.
Sizin yaratıcı potansiyelinizi serbest bıraktığınız koşullar, tamamen sizinle ilgilidir.O yüzden bu bölüm bir yatırım tavsiyesi olamaz.
“Yurt Dışı Çare midir?” konusu epey derin ve kapsamlı bir mesele. Bu yüzden, bölümün başında bahsettiğim gibi, diğer mücadele alanlarını ve karşılaşılan zorlukları sonraki bölümlerde daha da derinlemesine ele alacağım. Ayrıca, yurtdışında yaşayan arkadaşlarıma da danışacağım.
Tüm bu yollar bana daima şu soruyu sordurdu:
“Yuva neresidir?”
Bunun cevabını hâlâ arıyorum. Ama neresi olmadığını, sert ve acı deneyimlerle öğrendim.
Önce, yuvanın bir yer olduğunu sandım. Değilmiş.
Sonra, başkasının kalbi olabileceğini düşündüm. O da değilmiş.
Ben düşünceler ve notlar arasında süzülürken, yakın zamanda Instagram’da Huzursuz Beyin sayfasının bir postuna denk geldim ve epey kafamı açtı. O yüzden, bölümü onunla bitirmek istiyorum:
Hareket edebilen, suçlayabilen hiçbir şey sana yuva olamaz.
Huzursuz Beyin
Yuva, bir yerden ya da bir kişiden ziyade, sürekli bir güven ve huzur hissidir.
Eğer bu hissi evimizde hissedemiyorsak, orası yuva değildir.
Fiziksel bir yuvaya ihtiyaç duyduğumuz kadar, ruhsal bir yuvaya da ihtiyacımız vardır.
Yuva hissini tek bir kişiden beklemek risklidir.
İnsanlar, nehirler gibidir. Sürekli değişir ve akarlar.
İçlerine koyduğun her şeyle birlikte yok olurlar.
Yine de aradığın yuvanın bir kalbi var.
Ama bu kalp, bir başkasının göğsünde saklı değil.
Kendi içine bak. Yeter.
Yuva, bize özgü bir evrendir.
İçinde serpilebileceğimiz yerler, insanlar, mekânlar, kitaplar bütünüdür.
Yuvamızı içimizde taşırız.
Kırıldığımızda kendi içimize döner, sevdiklerimizden destek alır, hatırlar, dinlenir ve cesurca yeniden keşfe çıkarız.
Her nereye ruhunuz, kalbiniz sizi götürürse, oranın toprakları size huzur olsun.
Sizi size hatırlatsın.
İçinde serpilip boy atın, zevk alın, yaratıcı potansiyelinizi serbest bırakabildiğiniz koşullara kavuşun.
Risk Budur bitti.
Umarım, geçici de olsa, bu dakikalar size bir nebze yuva olmuştur.
Bir sonraki bölüme kadar hoşça kalın.