İstikrar abidesi, üretim gücü ve sıklığı bakımından gerçek bir Fordist olan Risk Budur, an itibarıyla siz, kulak memesi kıvamında ve pembeliğinde dinleyicilerine tekrar kavuşmanın mutluluğunu yaşıyor.
“Kalbinizin üstünde saatlerce, saatlerce uyumayı özledim.”
Hoş geldiniz! Sağ salim yine kavuştuk.
Geçtiğimiz bölümde, tabiri caizse literatürde “Game of Thrones kancası” olarak anılan o kancayı atmış, öyküyü merak duygusuyla bitirmiş ve bir sonraki bölüme olan iştahınızı zirvede bırakmıştım.
Fakat gelin görün ki, yine Game of Thrones gibi bir sonraki bölüm gelene kadar bir önceki bölümü biraz unuttuk. Karakterler birbirine karıştı; kim, kimin nesiydi? Kim, kime ne yapmıştı?
Ama bu konuda artık hoş görünüze sığınıyorum ve Game of Thrones benzetmesiyle devam edecek olursak… Sonumuz ona benzemesin değerli Risk Budur dinleyicileri, riski çıplak bedenine korkusuzca giyen ve taşıyan yürek yemişler, hiç vakit kaybetmeden yeni bölüme geçiyoruz.
Ne lazımsa söyle, yapalım da artık şu yeni bölümü yayınla gibi tatlı sitemkâr mesajlar alınca, içimden bir his—ne hikmetse—yeni bölümün zamanının geldiğini bana beyaz bir güvercin olup uykumda “gubuup bup gubuubup” şeklinde müjdeledi dostlar, demeyi çok isterdim. Ama bu tür romantik anlatılarla ve betimlemelerle kaybedecek zaman yok!
Derhal kaldığımız yerden devam ediyoruz.
Bu bölümde “Yurdun Dışıyla Flört” edeceğiz ve bu flört sürecinde, yine tecrübelerim ve kişisel hikayem ışığında, şu an beni ben yapan aşırı derecede sevimli hatalarımı ve bence doğru yaptım dediğim kararlarımı birlikte açık gönüllülükle masaya yatırıyor olacağız.
Yatırıyor olacağız ki meraklısına yoldaş olsun.
Tutkumuzu fışkırtacağız ki yüreklere kıvılcım olsun.
Misyonumuzu ve vizyonumuzu da aktardığıma göre Risk Budur hayratına ağzımızı dayayıp kana kana içmeye başlayalım.
Öyleyse Risk Budur’a tekrar hoş geldiniz.
Ölmüşlerinizin canına değsin. 🚀
Olivia ile flört ettiğim ilk dönemlerde, İstanbul Devlet Tiyatrosu’nda oyuncu olarak çalışıyordum. Bir gün bir meslektaşım bana, “Bu kız İngiliz değil de Sivaslı olsa, yine de birlikte olur muydun?” şeklinde sert ve yeni gerçekçi bir soru sordu. O dönemde, bu tür ırkçı sorular çok daha rahat sorulabiliyordu.
Ona, “Bu ne cüret?” der gibi ayıplayarak bir süre baktım. Gerçekten de ne çirkin bir soruydu!
Benim bir Sivaslıyla ne işim olabilirdi ki? Ona döndüm ve dedim ki:
“Gönüller birbirini sevdikten sonra ve sevdiğim kişinin Birleşik Krallık pasaportu olduktan sonra, kökeni Paki olmuş, Sivaslı olmuş, ne fark eder? Sen aşka hiç saygı duymayan kalpsiz bir adamsın.”
Evet, bu değerli anekdotla başladığımıza göre, bu bölümü Dilan Çiçek Deniz’e ve tüm Sivaslılara ithaf ediyorum.

Bölüme biraz sert başlamak istedim, zira bugünün modern toplumunda, her iki-üç kişiden birinin akıl, bilgelik ve şifa dağıttığını iddia ettiği bir ortamda, hiç o toplara girmiyoruz bebeksi tenli dostlar.
Kimseyi kişisel geliştirmeyeceğimize ve akıl vermeyeceğimize, bilakis şifa dağıtmayacağımıza and içeriz.
Ha, siz kendinize buradan akıl devşirdiniz, şifa buldunuz, onlar sizin bileceğiniz işler. Bizi hiç karıştırmayın o işlere. Ruhsatı da yok daha, dükkanı mühürleyip kapatmasınlar.
Bu arada, Pakiler tipim değil.
Sivaslılarsa her zaman radarımdadır.
Previously on Risk Budur…
Bir önceki bölümde, eski eşim Olivia ile tanışma hikayemi ve ilk kez yaptığım İngiltere çıkarmamı anlatmıştım. Kaldığımız yerden, el kaldırdığınız halde içi dolu olduğu için hız kesmeye bile tenezzül etmeden geçen deli minibüsler gibi, olanca hızımızla konuya dalıyorum.
Aklına güvenilen ve bilge kabul edilen insanlar, genellikle yurt dışına çıkılması ve görgünün artırılması yönünde daima önerilerde bulunur. Ancak, geri döndüğünüzde karşılaşacağınız zorluklardan nadiren bahsedilir. Ben size işin biraz mutfağından da bahsedeceğim.
Yurda döndüğümde, sadece 10 gün gitmiş olmama rağmen, güçlü bir geri dönüş bunalımı yaşıyordum. Daha iyi şekilde çözülmüş, organize edilmiş ve işleyen bir şeyi bir kere deneyimlediğimizde geri dönmek, bizi bir şekilde sarsıyor.
Geri döndüğümde, bu tecrübenin tam ortasındaydım: Daha iyi bir şeyi deneyimledikten sonra vasatına dönmek.
Dilimizde bu duyguyu ifade edebildiğimiz bir kelime yok sanırım ama eminim bir İskandinav dilinde “vanhoydentburgen” gibi bir şeye tekabül ediyordur. Anadolu irfanıysa bu duygunun adını “GÖT KALKMASI” olarak genel bir havuz içerisinde pratik olarak çözmüş görünüyor, ama takdir sizin.
Fakat bana sorarsanız, bu duygu insanı sonsuz bir karşılaştırma ve bunalım girdabına hapsedebilecek bir yanlış düşünme pratiği.
Bir şeyin yalnızca vasatını bilmek belki ideal ya da güncel değil, ama kesinlikle çok daha huzurlu. Çünkü onun vasat olduğunu fark etmenizi sağlayacak olan daha iyisinin bilgisinden bihabersiniz. Yapılabilecek bir karşılaştırma yok.
Ama iyisinin varlığını bilmek, onu deneyimlemek fakat tekrar vasatına mahkûm olmak… İşte bu, interneti ve pasaportu olan birçok Türk’ün şu an bence ortak duygusu.
Tabii eğer her şeyi olduğu haliyle kabul edip sevebilen, spiritüel bir esneklik ve içsel olgunluğunuz yoksa. Bu bende henüz yok, ama oğlanı depoya yolladım, baktırıyorum.
Victoria dönemi mimarisinin tadına baktıktan sonra, halı kilim desenli Karadenizli müteahhit başyapıtı apartmanların arasında bir yaşama mahkûm edildiğim için bünyemde bazı sancılar, baş ağrısı ve uyku sorunları gibi problemler başlamıştı.
“Abi, orada ayağını yola attığın anda tüm arabalar duruyorcu” o can sıkan klişe adama demek böyle dönüşülüyormuş diye düşündüğüm bir dönemden geçiyordum.

Yurdun dışını eşe dosta var gücümle, kısıtlı deneyimime rağmen güzelleyip, 25 yıldır başka türlüsünü bilmediğim yerel deneyimimi de itin götüne sokup sokup çıkarmaya başladım.
Aslında kendi deneyimimde bir şeylerin yolunda olmadığını, daha iyisini deneyimlememe gerek olmadan da ruhum bir şekilde sürekli seziyordu.
Birileri çıkıp, “Neye göre daha iyisi ya da kötüsü?” diye haklı olarak sorabilir.
İnsan hakları, adalet, yaşam standartları, ifade özgürlüğü, eğitim kalitesi, katma değer ve teknoloji üretmek falan gibi önemsiz detaylardan bahsediyorum. Katarlılar bilmez.
Yurt dışına kaçma ateşi içimde tutkuya dönüşüyordu.
Derhal İngiltere’de partnerim Olivia ile yaşamanın hayallerini kurmaya başladım.
Tüm araştırmalarım, bana en kısa yolun, yıllardır Kaş, Marmaris, Bodrum bölgesinin yöresel geleneği olan evlilik cüzdanı hamlesini müjdeliyordu.
Kısa yollar daima lezzetli göründüğü kadar tehlikelidir.
Bunu ileride gün gün bizzat yaşayarak öğrenecektim.
Aslına bakarsanız, yaşadığım şeyin çok anlaşılır psikolojik bir açıklaması var.
Bir şeyi aşırı idealleştirmek ve ona hızlı, yoğun duygusal aktarım yapmak genellikle bir savunma mekanizması olarak değerlendiriliyor. Bu, çoğunlukla o şeyin mükemmelliğinden değil, bireyin içsel değersizlik veya boşluk hissini telafi etme çabasından kaynaklanıyor.
Bir şeyi ya da kişiyi zamana yayarak, gerçekçi bir şekilde tanımak yerine, onu hemen yüceltmek, hızla yükselmek ve hayatımızın merkezine koymak aslında kötü duygulardan nefis bir kaçış tüneli. Ve biz buna halk arasında bazen sanırım “ilk görüşte AŞK” da diyoruz.
Psikolojiye dokunmadan geçmem tabii ki beklenemezdi.
Şimdi geriye dönüp baktığımda, yaşadığımın tam olarak bu olduğunu daha net görüyorum.
Birleşik Krallık’la, Churchill’le, Queen Elizabeth’le, o lovely mimariyle adeta aşk yaşıyordum.
Olivia sanırım 4. sırada geliyordu.
Shortbread. Elizabeth. Earl Grey. Olivia.
Sıralama buydu.
0 günde hızlandırılmış bir kursla Anglofil olmuştum.
“Acaba İngiliz Muhipleri Cemiyeti’ne kaydolmak için vesikalık fotoğraf çektirsem çok mu abartılı olur?” gibi içimde monologlar yaşanıyordu.
Anglofil, diğer bir deyişle İngiliz hayranı:
İngiltere’yi, İngiliz halkını, kültürünü, dilini ve/veya çeşitli ağızlarını beğenen veya seven kişi.
Bazı ünlü Anglofiller şöyle:
Justin Bieber – Kanadalı şarkıcı
Tim Burton – Amerikalı yapımcı
Jennifer Lopez – Amerikalı şarkıcı
Brad Pitt – Amerikalı aktör
Rihanna – Barbadoslu şarkıcı
Damat Ferit Paşa – Osmanlı Sadrazamı
Ali Kemal – Osmanlı Dahiliye Nazırı
Vahdettin – Osmanlı Padişahı ve Halife
(Tamamen Wikipedia’dan alıntıdır.)

Buzdolabıma yapıştırdığım Londra magnetine dalıp dalıp gitmelerimden,
Getirdiğim shortbread bisküvimi sanki Lord oğlu gibi sütlü Earl Grey çayıma banıp kemirmelerimden
Bunu gözlemlemek mümkündü.
Lord oğlu olmadığım, çaya bisküvi banmamdan çok net anlaşılıyordu.
Tarihsel olarak İngiliz sosyetesinde çaya bisküvi banmak hoş karşılanmazdı ve genellikle çocukların veya işçi sınıfının modası olarak görülürdü. Ancak Kraliçe Victoria’nın gençlik günlerinden kalma bir Alman geleneği olan bisküvilerini çaya batırmaktan hoşlandığı söyleniyordu.
2007’de, İngiltere’nin Brighton kentindeki bir çay salonu, kendi tesislerinde çaya bisküvi banmayı yasakladı.
“Derdinizi s*keyim” dediğinizi duyar gibiyim…
Ya da iç sesime hak veriyorum şu an, emin değilim.
Bir şeye anında, tanımadan hızla yükselme konusunda o kadar ustayım ki, Masterclass’ımı hemen satın alıp izlerdiniz, dostlar. Artık buna epey özen gösteriyorum.
Şükürler olsun ki Birleşik Krallık vize kısıtlamaları, bu türden bir hızlı duygusal aktarımın önüne geçmek için özenle tasarlanmıştı. Geçmişte, her İngiliz kadınla evlenen Akdenizli turizmci ve yat kaptanına kolayca pasaport verildikten sonra bazı sorunlarla karşılaşmış olmalılar diye düşündüm.
Ayrıca, tüm bu gelecek kaygıları, planlar ve kurtuluş arzusu bir yana, yaptığım ziyarette dikkatimi çeken, öz saygımı ve güvenimi zedeleyen gerçeklerden biri de dil konusu olmuştu.
Elimdeki resmi veriler, aslında IELTS test ölçüm tekniklerine göre B1 orta seviye bir İngilizcem olduğuna güvenebileceğimi desteklese de pratikte Liverpool’un bundan pek haberi yok gibiydi. Sanırım henüz oraya bu bilgi ulaşmamıştı.
Yurtdışıyla flörtte önemli mücadele alanlarından birinin dil olduğunu tekrar deneyimliyordum. Halbuki tüm o gramer kuralları, kalıplar ve kelimeler zihnimdeydi. Dil, dile tam bir senedir de ekseriyetle past perfect continuous şeklinde değmişti ve değmeye devam ediyordu.
İşin aslını kavramam çok uzun sürmedi. Aslında benimki, kitaplardan Türkçe öğrenip sadece TRT 2 izleyerek dilini orta seviyeye kadar geliştirmiş bir Hollandalının, Karadenizli bir taksiciye âşık olup Ordu’ya taşındıktan sonra “Sanırım ben Türkçeyi hiç bilmiyorum.” diye düşünmesine benzer bir durumdu.
Aradaki tek somut fark, olayın Liverpool’da cereyan ediyor olmasıydı ve bu fıkradaki ana karakter, beklentilerin aksine Temel değildi.
Ana cast olarak projede ben vardım.
Liverpoollular – ki İngiltere’de onlar kendilerine “Scouse” derlerdi – çok iyiydiler.
Yoğun, anlaşılması zor aksanları, zekice esprileri, mizah anlayışları ve fanatik futbol sevgileriyle tanınırlardı; bu yönleriyle Karadenizlilere oldukça benziyorlardı. Yani biraz zorlarsak.
Yaptığım hatalardan biri, bu konuda kendimi başlarda gereksiz yere üzmek oldu.
Scouse aksanını tabii ki kolaylıkla anlayamayacaktım ve onlar gibi konuşamayacaktım. Scouse olmayan İngilizler bile bu aksanı anlamakta zorlanırken, benim anlamam gerçekçi bir beklenti değildi. Liverpool, bir liman kenti olduğu ve İrlanda’dan çokça göç aldığı için böylesine kendine has, farklı bir aksanı var. Başlarda anlamakta ve gerçekten konuşmakta epey zorlandım.
Zaten aslında onlar gibi de konuşmamalıydım. Bu yalakalığın lüzumu da yoktu.
Ama mükemmeliyetçilik böyledir.
Okuduğum bir metinde mükemmeliyetçilik için üzücü ve yerinde bir tanım gördüm:
Bu cümleye kalbimi bıraktım.
“Mükemmeliyetçilik, sevilmek uğruna çabalamak zorunda kalmış herkesin verdiği yanıttır.”
Bu cümleye kalbimi bıraktım.
Kendimi daha fazla üzmek yerine bir dil okuluna kayıt yaptırmayı seçtim ve öğrenci vizesine başvurdum.
Kısa zamanda, 6 ay çoklu giriş-çıkışa izin veren öğrenci vizemi aldım ve
2016 yılının Aralık ayında Liverpool’a, bu defa çok daha uzun sürecek olan çıkarmamı yapıyordum.
Dönemin kız arkadaşı – literally sevgili Olivia – da o günlerde ailesiyle yaşıyordu.
Benim vize almamın ardından birlikte yaşama hayalleri kurmaya başladık ve zaman kaybetmeden aksiyon aldık.
Nasıl ben onu Ümraniye Soyak Kibele Evleri’nde ağırladıysam, sıra deplasman ayağına, Liverpool’a gelmişti.
Medeniyetin beşiği Ümraniye’den sonra Liverpool’a nasıl adapte olacağıma dair birtakım kaygılarım vardı açıkçası, ama Olivia’nın bana gönderdiği olası kiralık evleri görünce kaygılarım yerini tuhaf, çocuksu bir heyecana bıraktı.
İkinci bölümde de bahsettiğim mimari harikası Georgian Quarter’daki bir evi gördüğümde, adeta duygu karnavalında samba başladı içimde.
“Bu evlerde kim yaşıyor acaba?” diye düşündüğüm bu sıra dışı paralel evren, bir anda benim gerçekliğim haline gelmeye başladı.
Olivia, 1+1 bir ev buldu ve ben, sadece eve bayıldım.
Kirası – hiç unutmuyorum – 550 Sterlin’di ve o dönemin kuruyla 1 Sterlin, 4.30 liraya karşılık geliyordu.
Buna hiç yorum bile yapmadan geçiyorum.

Evi hemen tuttuk.
Olivia ve ailesi, eşyaları dahi alıp evi yerleştirdi.
Liverpool Lime Street Station’a, yani tren garına, Anadolu’dan tahta bavulumla indiğimde, Georgian Quarter’da bir evim, Kalkan’da tanıştığım ve bir yıldır birlikte olduğum Scouse bir kız arkadaşım vardı. Haftada beş gün gideceğim bir dil okulum ve altı ay boyunca istediğim kadar İngiltere’ye giriş-çıkış yapmamı sağlayan bir öğrenci vizesi pasaportumda bulunuyordu.
Tüm bu yaşadıklarım, o anki algım, deneyimim ve bilgi birikimimle adeta gerçek dışı bir rüya gibiydi.
Bu aslında en sevdiğim anlardan biri, aynı zamanda gerçekçiliğin en uzağında olduğumuz an. Âşık olduğumuz kişiyi ilk gördüğümüz ve onun mükemmel olduğuna inandığımız, adeta bulutların üstünde uçtuğumuz o an.
Hayat keşke sadece bu boyuttan algılanabilir bir gerçeklik akışı olsaydı. Fakat bu, sanırım varoluşun doğasına, dualiteye ve dengeye aykırı ve daima hayal kırıklığı ile hüsrana neden olacak bir beklenti, adeta bir illüzyon.
Yurdun dışıyla balayımız resmen başlamıştı.
Liverpool ne kadar gri, bulutlu, rüzgârlı ve soğuksa benim dünyam bir o kadar pembeydi.
İlk gece, hiç unutmuyorum. Evimizden Olivia ile çıktık ve benim favori kafelerimden biri olan The Quarter’a ilk akşam yemeği için yürüdük.
Sokaklar ve mahalle, gerçek olmayacak kadar estetikti ve bir dönem filmi için kurulmuş dekor gibiydi. 18. yüzyıl klasik mimarisi olduğu gibi korunmuştu.
Fucking Peaky Blinders setine ziyarete gelmiş ya da Charles Dickens romanına ikametgâhımı aldırmış gibiydim.
The Quarter’a oturduk. Tam karşımda Liverpool Anglikan Katedrali, Neo-Gotik tüm haşmeti, ürpertici güzelliği, akıl almaz büyüklüğü ve gizemli, karanlık varlığıyla yükseliyordu.
Ay ışığı geceyi aydınlatıyordu ve gökyüzünde bulutlar sürekli hareket halindeydi.
Ayın beyaz yüzü bazen tamamen bulutların arasından beliriyor, bazen parçalı şekilde görünüp kayboluyordu.
Kelimelerle anlatması epey zor bir duyguyu ve gerçekliği yaşıyordum.
Zihninde canlandırmakta zorlananlara, Liverpool Anglikan Katedrali’ni ve Georgian Quarter’ı Google Görseller’de aratıp YouTube’dan da eş zamanlı olarak arkaya Gökhan Kırdar – Kurtlar Vadisi Jenerik yazmalarını öneririm.
İncelikli yaratılmış, büyülü ve gizemli bir atmosfer ancak yine yaratıcısı tarafından bu kadar kötü şekilde mahvedilebilirdi. Tabii ki böyle bir şey yapmayın ve Dark Victorian Music yazın.
Arnavut kaldırımlarda at nallarının çıkardığı ses, publardan yükselen sarhoş kahkahaları, katedralin güçlü çan sesi ve hatta Sherlock Holmes’un piposunun kokusu…
Bu sesleri ve kokuları doğrudan gözlemlemesem de, mahallenin mimarisinden hissediyordum.
Zamanda yolculuk yapmanın bu kadar kolay olduğu ender mahallelerden biri gibiydi ve artık burada yaşıyordum.
Mahalle muhtarlığına adaylığımı koysam çok mu gaza gelmiş olurum? diye düşündüm.
Sık sık Anglikan Katedrali’nin büyüsünü izlemeye ya bahçesine gider otururdum ya da karşısındaki bir sokağa geçer, onun o gökyüzüne karışan kara dumanlı dev bedenini çizerdim.
Bazen köşedeki Tesco’ya alışverişe gidip dönerken, beklenmedik bir anda binaların arasında bir açı denk gelirdi ve göz göze gelirdik.
Yurdun dışıyla flört derken şaka yapmıyordum.

Tüm bu şahane gerçekliğin büyüsü, heyecanı ve hevesiyle dil okuluna başladım.
Sabahları martı sesleriyle evden okula her gün yürüyüp, o sokakları, kiliseleri, insanları, evsizleri, öğrencileri ve siyah, şahane taksileri izleyerek sınıfıma gidip geliyordum.
Sınıfımda bir İspanyol, bir Japon, bir Arap ve benimle tek kelime Türkçe konuşmayarak okuldan daha büyük bir verim almak konusunda kendine söz vermiş bir Türk arkadaşım vardı.
İlkokulda, 23 Nisan Çocuk Bayramlarında pastel boyayla yapılan o ikonik resmin kendisi gibi bir ortamda eğitim-öğretim hayatıma devam ediyordum.
Maviye boyanmış dünya üzerinde el ele tutuşmuş farklı milletten çocuklar…
Master’ımı bitirmiş ve okuldan nefret etmiş biri olmama rağmen, üzerine para verip yine kendi kendimi öğrenci etmeyi başarmıştım.
O sırada şu aydınlanmayı yaşadım:
Yalnızca İngiltere’de doğarak, bizim İngilizce öğrenimine harcadığımız vakti ve nakti cebine atan bir İngiliz bireyi…
Biz burada düzensiz çekilen fiilleri, bazılarını sonradan hemen unutacağım phraseleri ezberlerken, o sırada işinde gücünde, inovasyona, teknolojiye ve yazılıma çalışan o şanslı İngiliz bireyleri düşündüm.
Küçükken bize muasır medeniyetleri yakalama ve bu seviyenin üzerine çıkma hedefi büyük bir görev olarak sunulmuştu, sanki hepimiz gizli bir operasyonun parçasıydık.
İşte, yıllar sonra hâlâ bu davanın peşindeydim.
Bizden ileride oldukları iddia edilen bu medeniyetin sırlarını deşifre edip onları yakalayıp geçecektim.
Bunu bireysel olarak hepimiz adına yapacaktım.
Ancak, onlar bana kendi dillerini öğreterek lehlerine çalışan bir zaman kazancı elde ediyorlardı.
İlk sırlarını hızla çözmüştüm.
Bu strateji, evrende geri alınamayacak en değerli kaynak olan zamanı sürekli olarak lehlerine kontrol etmelerini sağlıyordu.
Şöyle bir düşünün.
İngiltere denince ilk aklınıza gelen ikonun Big Ben, yani Westminster Sarayı’nın yanındaki ünlü saat kulesi olması sizce de bir tesadüf olabilir mi?
Peki ya dili öğrenmek adına harcadığınız onlarca saat ve harcanan para?

Ruhi Çenet’e sanırım cevap hakkı doğdu.
Dil okulu 1 ay ve bu süreç tamı tamına 6 ay devam etti.
Okulda İngilizcem fazla ilerlemedi çünkü asıl öğrenmem gereken İngilizce orada değildi.
Ben daha çok yaşam kültürü, mentalite ve günlük alışkanlıkları öğreniyordum.
Gerçek, yaşayan dili; sokakta, aile toplantılarında ve takside – yani organik ortamlarda – keşfediyordum, okulda değil.
Konu aslında İngilizce öğrenmek de değildi.
İngiltere ve partnerimle ilişkimde, ikisini de eş zamanlı, daha gerçekçi şekilde tanıyordum.
Sıkça yaptığım hızlı duygusal bağlanma hatası, bu kez daha dengeli ve sağlıklı bir tanışma sürecine evriliyordu.
İlk günkü heyecanım ve duygum doğal olarak gün geçtikçe daha normal seviyelere indi.
Tüm gerçek sorunlarımı, ihtiyaç ve duygularımı kaplayıp bana sanal, sentetik bir kurtuluş ve mutluluk hissi veren o Ekstazi, yerini yavaş yavaş tatminsizliğe bırakıyordu.
Çevremi ve gerçekliğimi artık salt pozitif ve ideal göremez olmuştum.
Anglikan Kilisesi bile giderek normalleşiyordu.
Nasıl ki ilişkilerde o pembe dönem geçmeye başladıktan sonra karşı tarafın gölge yanları, görece tahammül edilmesi zor tarafları görünür hale gelmeye başlarsa, benim de İngiltere’ye ve partnerime dair duygularım bu yönde evriliyordu.
Işığın içindeki gölgeyi, gölgenin içindeki ışığı açıkça görebiliyordum artık.
Bu gerçekçilik hoşuma gitmedi.
Bir rüyadan uyanıyor gibiydim.
Acaba aşkımız bitiyor muydu? Heyecanımızı mı yitiriyorduk?
Önce güneşsizlik canımı sıkmaya başladı.
Pek arkadaşım da yoktu ve olan arkadaşlarımla görüşmek için devlet hastanesinden randevu alır gibi iki hafta sonraya gün verilen bir sosyal düzenin içinde olduğumu fark ettim.
Spontane, akışkan doğam kırmızı tuğla duvarlara çarpıp çarpıp örseleniyordu.
Her şey önceden bildirilmiş, her şey önceden düzenlenmiş ve organize edilmiş, her şey önceden düşünülmüş gibiydi.
Uzun yıllar ailemde ve ülkemde eksikliğini çektiğimi düşündüğüm konular bunlardı zaten.
Daha ne istiyordum?
Bilmiyorum.
İnsanların duyguları gerçek mi, yoksa performans mıydı, anlamakta zorlanıyordum.
Herkes aslında biraz depresifti ve birbirine mutluymuş gibi maskeli yüzlerle gülümsüyor, cuma ve cumartesi günleri deliler gibi alkol alarak deşarj mı oluyordu, yoksa bana mı öyle geliyordu?
Günler, güneşsiz dev bir bulut battaniyesinin altında giderek gri ve soluklaşıyordu.
Güneş, kış aylarında öğle saatlerinde evlerin boyunu aşacak kadar bile insaf gösterip yükselmiyordu.
Georgian Quarter çok güzeldi ama evimin balkonunun olmadığını yeni yeni fark etmeye başlıyordum.
Artık haklı olarak para kazanmam ve bu döngünün bir parçası olmam bekleniyordu.
Öğrencilik bitmişti.
Turist olarak geldiğimde hissettiğim duygular, tamamen yerini derin bir yalnızlığa ve gerçekçi bir mutsuzluk hissine bırakmaya başlamıştı.
Alışverişten eve dönerken bir anda sokak ortasında bir yere oturup ağlamaya başladığım anlar oluyordu.

Türkiye’ye dönüp denize girdiğim, hiç çalışmadan suçluluk duymadan tembellik ettiğim sakin bir Kalkan akşamını hayal ederken buluyordum kendimi.
Arabaya atlayıp Antalya-Kaş yolunda sahilden giderken güneşin batışını izlemenin hayalini kuruyordum.
Ben bunlara zaten doğuştan sahiptim!
Bunları arkamda bırakıp buraya geleceğim diye bu kadar uğraşmıştım.
Kendime not:
Başka bir ülkede yaşamaya ya da birine duygusal olarak yatırım yapmaya asla turistik duygularla, hayalci ve çabuk karar vererek girişme.
Aslında bu öyküdeki en büyük hatam, mutluluk için en başından beri yanlış yerlere bakıyor olmamla ilgiliydi.
Hikâyenin başından beri Liverpool’un mimarisinden, kabuğundan bahsedip durdum.
Benim gözlerim mutluluğu, asla bulmamın mümkün olmadığı bir yerde – dışarıda, başkasında, bir ilişkide – arıyordu.
Hiçbir kentin, hiçbir ülkenin ya da hiçbir ilişkinin beni mutlu etmek gibi bir görevi ya da sorumluluğu yoktu.
Konu ne Liverpool’un, ne İngiltere’nin, ne de Olivia’nın bir eksiğiyle ilgiliydi.
Nereye gitmek istiyorum aslında?
Ben kimim?
Nelerden hoşlanırım?
Değerlerim, yeteneklerim neler?
Bir meyve ağacı olsam, ne ağacı olurdum? Meyvem ne olurdu?
Varlığımın anlamı neyle mümkün ve insanlara nasıl dokunabilirim?
Asıl kendime sormam gereken soruların hiçbirini kendime sormayı akıl dahi edememiştim.
Bu sorular benim sorumluluğumdu.
Ama önce, mutluluğu dışarıda, mükemmel bir dış görünüşte, harika ve kusursuz bir yüzde, dünyanın en gelişmiş ülkelerinde, en görkemli sokaklarda, sosyal statüde, materyal ve madde dünyasında, etiketlerde, parlak ambalajlarda, lüks mekânlarda, pahalı kıyafetlerde arayıp hayal kırıklığına uğramalıydım.
Bu öykünün sonuna kadar, lüks 3D dünyasının en uç noktasına – Shard gökdeleninin en tepesinde şampanya içmekten bilmem ne otelinin terasında evlenmeye kadar – her türlü lüksü deneyimlemem ve anlamam gerekiyordu.
İçimdeki değersizlik duygusunu, değerli diye kodlanan hiçbir dış katmana sahip olmak biraz olsun dönüştürmedi.
Sadece geçici olarak iyi hissediyordum.
Çünkü değerim kendi içimden, özümden gelmiyordu.
Gerçek soruları sorabilmek için bu deneyimin içinden geçmeliydim.
Her şey beni bugün ben yapan halime adım adım hazırlıyordu.
Kentler, ülkeler ve ilişkiler birbirinden farklı standartlar ve fırsatlar sunabilir, şüphesiz.
Ama bu imkânları bir araç olarak doğru şekilde kullanmam için önce dışa değil içe bakıp kim olduğumu ve nereye gittiğimi bilmem gerekiyordu.
Benim pusulam neyden kaçtığımı, acılarımı, komplekslerimi, değersizlik duygumu ya da ne olmak istemediğimi gösteriyordu.
Kim olmak istediğimi ya da özümü değil.

Derken, 6 ay bitti.
Vizemin süresi doldu ve yaz geldi.
Türkiye’ye, her şeyin başladığı Kalkan’a döndüm.
Derhal çırılçıplak güneşin altına kendimi atıp saatlerce uyumalıyım diye düşünüyordum.
Çok yorulmuştum.
Bu arada İngilizlerin asıl gizli sihirli sırrını çözmüştüm.
Bir zamanlar üzerinde güneş batmayan, herkesin hayran olduğu bu medeniyet, o büyülü gizemi herkesten saklamayı başarmıştı.
Ama benden saklamayı başaramamıştı.
Sır şuydu:
Ortada gizli bir sır yoktu.
Tüm önemli şehirlerin ikonik binalarında kocaman bir saat vardı.
Herkes zamanı kontrolü altında tutmaya, her şeyini sürekli planlayarak organize olmaya özen gösteriyordu.
İnsanlar, bir sonraki yaz tatilini neredeyse 10 ay öncesinden rezerve ediyordu.
Geleceğin neredeyse tüm bilinmezliği kontrol altında gibiydi.
Herkes var gücüyle ve gerçekten hakkını vererek çalışıyordu.
Hayatta kalmak için alternatif yoktu.
Rekabet çok sıkı ve uluslararasıydı.
Kapitalizm, kaliteyi sert rekabete borçluydu.
Geçiştirilen hiçbir iş yoktu.
Servis kalitesi öncelikti.
İşler, sorunlar, işlemeyen her detay titizlikle, uzun uzun belirlenip konuşulup tartışılıyordu.
Herkes, parasının değerini tek centine kadar biliyordu.
Babam İngiltere’ye beni ziyarete geldiğinde, hiç unutmam, şöyle bir tespit yaptı:
“Gerçek fırsatlar ülkesi Türkiye’ymiş. İşini doğru dürüst, buradakinin yarısı kadar çalışarak yapsan zaten zengin olmaman imkânsız,” dedi reis.
Kendisini belki ilerleyen bölümlerde konuk alırız.
Belki de sır buydu.
Ya da sır, köle ticaretiydi.
Dünyanın türlü ülkelerinin zenginliklerini sömürmek ve emperyalizm de olabilir.
Ama bunlardan çok emin değilim.
Sebep bunlar olsa, herkes yapardı, değil mi?
Sonuçta serbest piyasa ekonomisi.
Her neyse, bu sır konusunu tarihçilere ve sosyologlara bırakalım.
Ama bu yaşam biçimi – zaman yönetimi, detaycılık, pozitif iletişim yeteneği, kibarlık, işinin hakkını vermek – gibi çok değerli farkındalıkları bana kattı.
Sağ olsun Britanya ve Olivia, her zaman bu anlamda kalbimdeler.
Fakat Akdenizli ruhum – özüm kendi doğasını özledi bir kere.
Spontane dostlarla buluşmayı, tembellik yapmayı, cömertçe parayı harcamayı, kuruş hesabı yapmamayı, maddeyi değil manayı, geleceğin bilinmez sürprizlerini, güneşin ve denizin tadını çıkarmayı…
Kısaca: Özgürlüğü özlemiştim.

Yamuk yumuk, mükemmel olmayan ama lezzetli, organik pembe domatesleri özledim.
Ama tüm gücümle bu özlemi bastırıp bunları tembellik ve zayıflık olarak etiketliyordum.
Başarıya giden yolda acı çekmeliydim ve şimdi tembellik etmek olmazdı.
Sanki tek ve doğru yol buymuş gibi.
Türkiye’nin durumu, politik, ekonomik ve siyasi olarak ortadaydı.
Sahip olduğum fırsatlara şükretmeli ve çalışmaya devam etmeliydim.
Bu ruhum da pek şımarıktı.
Millet, elimdeki fırsatlar için mülteci botlarında tıkış tıkış hayatlarını bile hiçe sayıyordu.
Tamam, belki çok mutlu değildim, belki özüme ve ruhuma göre bir hayat yaşamıyordum, ama kendi ülkeme dönüp bakınca geri dönemem hissine kapılıp panikliyordum.
Geleceğim için tüm bunların üstesinden gelmek zorunda olduğuma, dişimi sıkmaya, bu hayata adapte olmak zorunda olduğuma kendimi inandırdım.
Tüm bu deneyimlerin bana bu dersleri öğretmesi için hikâyenin bir süre daha vites artırarak devam etmesi gerekiyordu.
Ne benim İngiltere’yle, ne de İngiltere’nin benimle işi bitmemişti.
Neither. Nor.
Her şey aslında daha yeni başlıyordu.
Kalkan’da tanıştığımız plajda Olivia’yı büyük bir sürpriz bekliyordu.
Her şeyden habersiz, güzel bir akşam yemeğinin, lezzetli birkaç duble rakının ardından onu halk plajına, ilk tanıştığımız şezlonga getirdim.
Yavaş yavaş cebimden çıkardığım mumları yakıp şezlongun çevresine bırakmaya başladım.
Biraz çakırkeyif olduğu için ne yaptığıma pek de anlam veremeden beni izliyordu.
Tüm şezlong süslemesi bittiğinde dizimin üstüne çöktüm ve cebimden bir yüzük çıkardım.
Ve o malum soruyu sordum:
“Benimle evlenir misin?”
Gerçekten de Risk Buydu!
Ve bir bölümün daha burada sonuna geldik.
Umarım sevilmek için çabalamanız gerektiği gibi yanlış inançlara kapılmazsınız.
Bir başkası olmaya çalışmazsınız.
Zorlu duygulardan ve içinizdeki boşluk hissinden kaçmak için gerçekçi olmayan, dramatik kararlar almazsınız.
Umarım siz, kendi değerinizi büyük bedeller ödemek zorunda kalmadan, kolaylıkla ve sevgiyle keşfedersiniz.
Özetle, umarım asla benim yaptığımı yapıp kendinize ihanet etmezsiniz.
Sizi seviyorum.
Vaktinizi ayırdığınız için teşekkürler.
Risk Budur’un 3. bölümü burada sona erdi.
Hoşça kalın.